24 Şubat 2015 Salı

PATRON - 3

Bazen bir köpek yeni başlangıçlara sebep olur. Aslında hayatın tamamında bu vardır. Sabah dışarı çıkmayı ve yeni insanlarla, canlılarla karşılaşmayı, onları dinlemeyi, anlamayı, öğrenmeyi becerebilirseniz, paylaşılacak milyonlarca şey bulabilirsiniz. Ben şanslı bir adamım. Her sabah Maya ve Miya’yı gezdirmek, karşıma her gün yeni şeyler çıkarıyor. Güçlü bir adamım çünkü karşılaştığım her şeyi yaşayabilme yeteneğim var. Sonuçta hayat, kocaman bir bütün. 

Nilda ile kurduğumuz ilişki, tarifi zor olsa da, insana yeni ufuklar açabilen türden. Daha önce kendimiz için düşünmediğimiz, fakat dünyada var olan, sadece göz ardı ettiğimiz şeyleri gözümüze sokar türden. Bütüncül yaklaşmak sadece eğitim için kullanılan bir kavram değil bana göre. Tüm hayata yansıması gereken bir kavram. Sonu küresel ısınmaya kadar gidebilir.

Gülbu hanım bütüncül yaklaşımı tamamen yaşayanlardan. Nilda için yaptığımız ve yapmayı planladığımız her şeyde bunu görebiliyorum. Bütünü görebilmek çok önemli. Bizim hayatlarımızdan aslında çok bir farkı yok. Sebep-sonuç ilişkilerini iyi analiz etmemizi anlatıyor. Tabi niyetimiz varsa. Şebnem Ferah’ın dediği gibi: “Her gün güneş doğar yeter ki açık olsun perdeler…”

Nilda’nın patron ilişkisine başlamasının hemen devamında hayatına Gökhan öğretmen girdi. Hayatındaki spor bileşeninin eksiklerini doldurmak üzere. Gökhan öğretmen beni tanıyanların bildiği gibi kayınbiraderim. Beden eğitimi öğretmeni ve bütüncül yaşayanlardan. Bazen benim imreneceğim seviyelerde. Nilda’nın benimle yaptığım çalışmalarının yanında, spor çalışmaları da başlamış oldu. Çok da iyi oldu.


Spor faaliyetleri ülkemizde benzer vakalar için çeşitli şekillerde uygulanıyor. Gökhan’nın ve benim bakış açımızdan spor hayatın önemli bileşenlerinden ve yansımaları çok çok iyi organize edilmeli. Yani herhangi bir çocuğu akşama kadar masa tenisi oynatabilirsiniz fakat bu sadece onu yormaktır. Ya da yüzme çalışmaları eğer hayatına yansıtılmıyorsa sadece suya girmek ve o sürelik rahatlamak olacaktır.


Gökhan başlangıç noktasını günlük egzersizler olarak değerlendirdi. Kısa bir adaptasyondan sonra yüzme dersleri başladı. Çok garip gelebilir size belki ama Nilda yıllar süren yüzme derslerinden sonra hiç yüzmemişken, Gökhan’la yüzmekten oldukça keyif almakta. Bu Gökhan’a yetmez, kendi başına yüzmeli. Başardı ve devam ediyor. Aslında uzatmama gerek yok. Bu yaz Nilda dedesiyle denizin tadını çıkarabilecek. Çalışma bu yönde ilerliyor.

Beni Gökhan’nın yaklaşımlarında en çok etkileyen şey ise Nilda’nın kola içmeyi bırakması oldu. Çok mu saçma? Hayır. Çok başarılı. Yüksek miktarda kola içmek herkes için zararlıyken ve Nilda için kola içmek ciddi bir takıntıyken, bu adam bu zararı ortadan çok sevimli bir sporcu meziyeti olarak ortadan kaldırdı. “Sporcular kola içer mi?” diyerek hem de. Karşılıklı sevgi ve anlayış ne kadar da değerli. Teşekkürler Gökhan.


Bu yaklaşım bizim toplum hayatı içinde kendimiz için unuttuğumuz bütünlükte. Yani çoğu zaman bir şey yaparken sadece o şeyi yapmaya odaklanıyoruz. Onun yansımalarını ne görüyoruz ne de faydalanıyoruz. Üretmeyi, yenilikleri unutup, sıradanlaşıyoruz. Doğru yüzmek ikinci plandadır bizim için, yüzmenin hayatımıza kattıkları ve katacakları önemlidir. 

30 Ocak 2015 Cuma

PERDENİN ARKASINDAKİ KADIN

Bundan 6-7 yıl önce daha ismini koyamadığım hayallerle yola çıktım. Amacımı ben biliyordum tabi ki, ama bildiğiniz şeyleri aktarmak, paylaşmak o kadar kolay olmuyor bazen. Şimdi bu hayalin projeleri yazılıyor, insanlarla paylaşılıyor tarafımdan. Küçüklü büyüklü adımlar atılıyor, altyapı çalışmaları başlatılıyor, bitiriliyor, öğreniliyor, öğretiliyor. Ekip kuruluyor, birileri gidiyor, birileri geliyor, birileri kalıyor. Herkes ortak paydada buluşuyor. Tabi ki çok zorlandım ve zorlanıyorum. Maddi manevi birçok sorun var üstesinden gelmem gereken. Bazen nefes alamıyormuş gibi hissediyorum, bazen dünyanın en güçlü adamı. Bir şekilde bir amaç, hedef, hayal uğruna geçiriyorum hayatımı, uzun zamandır.


Geçen hafta çok daraldığımı hissettiğim bir dönemden çıkmak üzere babamla konuşmaya gittim. Tanıyanlar bilir, değişik bir adamdır. Her zamanki gibi önce dinledi. “Yoruldum baba. Vazgeçme kararı bana ait biliyorum. Vazgeçmek çok zor biliyorum. Ulaşmak için çok çabaladım, emek harcadım, ömür harcadım biliyorum. Ama kalan bir ömrüm daha var. Bir hayali gerçeğe dönüştürmesem ne olur ki? Herhangi bir kişi gibi yaşamanın ne zararı var? Sanırım ben yoruldum.” Çay aldı. Bana da al dedi. Konuları bildiği için rahat olduğunu sanıyordum. “Epey zaman oldu dimi? Şimdi, sen bir yemek hayal ettin. Bunun için en başta herkesi karşına alıp bir tencere yarattın. Sonra başladın ürünleri katmaya. Biraz ondan biraz bundan. Tekrar tekrar tattın. Eksikleri fazlaları buldun. Değiştirdin. O yemeği yapabilmek için uğraştın. Önemli olan ocağın altını hiç kapatmadın. Şimdi olduğunu düşünüyor musun? O zaman artık sunman lazım. Tek eksiğin tabak yok. O tabağın peşindesin. Yorulmuş olabilirsin. Sorun değil. Bence bir zaman koy önüne. Ben ocağı yakmana yardım ederim bu sürede. O zaman geldiğinde hala tabak yoksa otur ye yemeği. Sorun değil. Varsa zaten bunu istiyorsun.” Kendimi rahatlamış hissettim.


Bunları neden anlatıyorum merak ediyor olabilirsiniz. Bu kadar direnme gücünü kendimde nasıl bulduğumu anlatmak istiyorum. Ben çok şanslı bir adamım. Şanslı hissetmemin yegane sebebi ise eşim. Bu yazıyı okuyanların birçoğu onu tanıyor. Tanımayanlar için söyleyeyim, çok güzeldir. Güzel olduğu kadar akıllıdır da. Eski vefalı, cefalı, sabırlı, çalışkan vb. şekillerde tarif edilen kadınların, çağdaş halidir. O olmasaydı ben bu hayalin ismini bulamazdım. Gerçekleştirme enerjisi bulamazdım. Koşamazdım, duramazdım. Miya’nın göz enfeksiyonunu iyileştirmek için gözünü açtığımda, tek başıma damlayı damlatamazdım. En gergin geçirdiğim günlerde kalbini kırmama rağmen ertesi gün yemeğin başına tekrar geçemezdim. Gece 3’te bu yemeğin tuzu az mı oldu diye düşündüğümde, uyu sabah halledersin demezdi kimse. O olmasaydı ben bu hayale inanmaktan vazgeçerdim. Benimle en çok o savaştı. Cevabını da aldı. Ama ben hep bildim aslında benim için savaştığını. Aslında bu hayali paylaştığını. O olmasaydı ben yenilirdim kendime. Yenilenemezdim. Kimse anlamazdı içimde dönen girdapları. Dindiremezdi. O olmasaydı Maya’nın dişleri temizlenirken kimse tutmazdı patisini. Aykırı duruşuma ben bile katlanamazdım. O olmasaydı pantolon giymezdim önemli toplantılara katılırken. Dikkat etmezdim kazağımın lekelerine. O olmasaydı adını bile koyamadığım yemeği, “artık oldu diyorsan sunman için bende buradayım” diyebilen bir babam olmazdı. Anlatamazdım babama ya da anlamazdı. Beni hep destekledi. Desteklemediğini düşündürdüğünde bile destekledi.



Bana çok koşturan bir adam olduğum söylenip duruyor. Çok kişinin çok işine koşturuyorum. Para her zaman 23. planda kalıyor. Enerjimi son damlasına kadar harcıyorum herkes için. Ve merak ediyor insanlar bu enerjiyi nerden bulduğumu. Benim böyle olmamı sağlayan bir ekibim var. Başta Maya, her şeyi başlatan. Sonra Miya, komiklik abidesi. Ve onların, benim, bizim ayakta durmamızı sağlayan, bizi birleştiren, güçlendiren, dünyalar güzeli eşim. Biz evlenme kararı verdiğimizde babam bir gün bana, herkesin söyleyebileceği bir şey söyledi. “Yuvayı dişi kuş yapar.” Belki bizim neslimiz için çok geçerli değildir bu söz bilemiyorum. Ama benim sahnemin arkasında,beni orada tutabilen harika bir insan var. O olmasaydı bu hayal, hayal olmaya devam ederdi. Belki dün gördüğüm rüya gibi unuturdum. Şimdi baktığımda bu yemeğin tadı, tam da istediğim gibi…

Serhan AKCENGİZ

26 Ocak 2015 Pazartesi

PATRON – Bölüm 2

Nilda’nın bana yüklediği rol biraz garip. Patron olmak benim için değerli bir kavram. Ben uzun zamandır bunun üzerine kafa yormaktayım. Köpeklerle yaptığım çalışmalarda ailelere sıkça bu kavramdan bahsederim. Bizler sürü lideri olamayacak kadar insanız maalesef. Yani sürü lideri olmak yanlış bir kavram değil. Fakat olmakta zorlanıyoruz işte. Peki bunun yerine “Patron” kavramı neden? Anlatayım…

            Köpeğinize iyi bir patron olmalısınız diyorum sık sık. Çünkü hayatımızın içinden bir karakter patron. İyisiyle kötüsüyle başımızdan geçmiş onlarca hikayeye sahibiz. Yakın bildiğimiz bir şey aslında. İş yerimde patronumdan neler isterim? Benimle ilgilenmesini. Ben işimi yaparım. Doğrularda övgü, yanlışlarda düzeltme beklerim. İsterim ki ruh halim önemli olsun. İzin günlerimde sıkıntı yaşamayayım. Maaşım yatması gereken zamanda yatsın ki aç kalmayayım. İş yerinde sosyal sınırlarımız doğru düzenlensin. Kimse kimseyi taciz etmesin. Adil olmasını isterim patronumun. Bana, diğerlerine ve kendisine. Daha bir sürü beklentim olabilir ama anladığınızı düşünüyorum ne demek istediğimi. Köpekle yaşamda ailelere kazandırmaya çalıştığım duygu budur esasen. Şimdi Nilda benden bunu istedi. Sanırım ihtiyacı vardı.



            Gülbu Hanım tanığım en iyi annelerden birisi. Nilda ile çok ilgili. Bazen çok ilgili olduğumuzda bazı şeyleri atlayabiliyoruz. Sanırım Nilda bu yüzden bana patron diyor. Bir şekilde tüm çalışmalarımızda kendisini güvende hissedebiliyor. Tabi ki annesinin yanında güvende hissetmiyor demiyorum ama bu farklı bir ihtiyaç. Anneye bazen naz yapmak kolaydır. Yada kızdırmak. Bende kendi anneme çok yapıyorum. Nilda gibi. Yada ne bileyim anne olmak bazen çok ağır olabiliyor. Bazen bir nefese ihtiyaç duyabiliyorsunuz. Annem çok duydu…

            Patron Nilda için sadece bir hitap. Aslında onun için fazlasını ifade ediyorum. Bazen abi, bazen baba, bazen arkadaş, bazen doktor, bazen öğretmen, bazen kardeş, bazen şoför. Hatta bazen olmasını istediği sevgili. Aslında her şey sevgide saklı. Birbirimizi saf bir doğayla seviyoruz Nilda ile. Köpeklerin bizleri sevdiği gibi. Tek mesele bunun hayatımızın içine yansıması.


            İlk zamanlarımızdan bir örnek ile ikinci bölümü bitirelim. Nilda’nın hayatında bir köpeğin olmasını isteyen ve destekleyen bir annesi var. Bu bir çocuk için verilebilecek harika kararlardan birisi. Biraz kendi doğasına bırakıldığı için Paşa ile tam başarıya ulaşılamamış olabilir. Düzeltilemeyecek bir şey olduğuna hiçbir zaman inanmam. Zaten bunun için Gülbu Hanım beni buldu. Ben Paşa için eve gittiğimde ve bir şeyleri değiştirmeye başladığımızda Nilda bu enerjinin farkındaydı. Gülbu Hanım Paşa’ya patron olsun diye çalışırken bende istemeden Nilda’nın gözünde “patron olabilir” oldum. Bana benim köpeklerimi sordu. Tanıştıracağımı söyledim. Ne zaman diye sordu. Ne zaman istersin diye sordum. Hemen dedi. Beni test etmesi gerekiyordu. Nilda tam bir cadıdır.

            İlerleyen günlerde Nilda hem Maya hem Miya ile tanışmaya geldi. Çok mutluydu. Bence birçok ailenin köpekleriyle kurması için yaptığımız çalışmaları Nilda biliyordu. Köpeklerimle olan ilişkim onu etkiledi. Rahatlardı. Beni seviyorlardı. Nilda’yı da seviyorlardı. Sevgi ne önemli şey. Biz artık patron ilişkimize adım atabilirdik. Öyle de oldu.


           
            Bu yazı ile ilgili ilk defa insanlardan tepki alıyorum. İnsanlar merak ediyor olanları veya soruyorlar yarım kalmış, anlatmadığım yerleri. Çok memnun oluyorum. Ben yazar değilim. O yüzden bu şekilde bana sorulmasından veya daha fazlasını yazmamı istemelerinden onur duyuyorum. Ve kendimi zorluyorum daha detaylı yazmak için. Bu bizim Nilda ile hikayemiz. İsterseniz sizde bana ulaşabilirsiniz. Çok teşekkürler.


Serhan AKCENGİZ

23 Ocak 2015 Cuma

PATRON - Bölüm 1

Bazen hiç istemediğimiz hastalıklar bizi gelir bulur. Bazen biz geldiğimizde zaten oradadır ve hastalık olmak yerine bizim bir parçamız olur. Her ikisinde de olay bununla yaşayabilmektedir. Nezle olduğumuzda ilaçlarla tedavi etmeye çalışırız. Başarılı da oluruz çoğu zaman. Fakat bu süreçte onunla yaşamamız gerekir. Annemde olduğu gibi bazen hastalıkla yaşamak biraz uzun sürer. Tedavi süreci hayatımızla kaynaşmıştır artık. Hastalık olmaktan çıkar, bizim bir parçamız olur.

            Köpekle yaşam eğitimlerine yaklaşırken ister istemez bu tür rahatsızlıklarla da ilgilenir oldum. Bazı durumlarda, yine annemde olduğu gibi, köpekle yaşamanın avantajlarını kullanmak üzerine de ömür geçirmekteyim. Her zaman söylerim, herkesin köpeklerle, kedilerle yaşamaktan elde edeceği kazanç vardır. Önemli olan bunu görebilmek, fark edebilmektir.

            Bu yazı dizisi benim için oldukça özel. Aslında yazmam için Gülbu Hanım ısrar etti. O araya girmeseydi yazabileceğimi pek sanmıyorum. Gülbu Hanım kim midir? Nilda’nın annesi…

            Yaşadıklarımız biraz sıra dışı olduğu için mümkün olduğunca detaylı ve bölüm bölüm yazmaya karar verdim. Bu yazı da ilk bölüm olarak sizlere benim gözümden beni, Gülbu Hanım’ı ve Nilda’yı tanıtacak.

            Gülbu Hanım’ın bana ilk ulaşma sebebi köpekleri Paşa ile ilgili yaşadığı sıkıntılardı. Her zaman olduğu gibi dinlemeye başladım. Dinledikçe daha çok şey öğrendim hayatlarına ve Nilda’nın rahatsızlığına dair. Paşa ile ilgili sıkıntıları aşmak oldukça kolaydı fakat daha derinlerde başka sıkıntılar mevcuttu. Paşa için çalışmaya başladık ve Gülbu Hanım’ın söylediğine göre kısacık bir zamanda bir uyum yakaladık. Yalnız hem Nilda’nın temposu, hem Paşa’nın ihtiyaçları biraz yormuştu onu. Bunun için elimden hiçbir şey gelmiyordu. Sonunda bir gün Paşa bana geldi. Gülbu Hanım çok üzgündü ayrılmaktan ama en azından bir sürelik doğrusu buydu. Sonra da hayatını geçireceği yeni ailesiyle buluştu Paşa. Arkadaşlarımdan birinde olduğu için hala görmekteyim…


Nilda, gördüğüm en güzel kızlardan biri. Bu yazıyı yazdığım sırada 9 yaşında. Çok ama çok akıllı. Hatta kendimi onun yanında bazen aptal hissettiğim de doğru. Q13 delesyon adı verilen ve dünya çapında çok az sayıda kişide görünen bir rahatsızlığa sahip. Semptomları otizme benzerlik gösterse de biraz farklı. Yani aslında tüm dünyada bu hastalıkla ilgili çok fazla bilgi yok. Tam bir uyarlama çalışması ve eğer Gülbu Hanım da isterse bu konuda çalışabiliriz.

Gülbu Hanım’ı anlatmam çok zor. Hayatındaki rolümü kestirmem çok zor. Yaşadıklarını tasvir etmem çok zor. Duygularının tamamını anlayabilmem çok zor. Ama benim için ilk zamanlardan beri bir kardeş, ortak, işveren, yönetici, dost, destek daha sayamayacağım birçok şey olmuştur. Bense onun için sanırım çok ihtiyaç duyduğu yardımcı…

            Süreç içerisinde birbirimizi tanıdık ve çok iyi anlaştık. Ben geçmiş tecrübelerimden yaklaşımlarla ilgili bilgiye sahibim ve Gülbu Hanım da bana hep yardımcı olmuştur. Tabi ki en büyük yardımcım Nilda. İlk hedefim Nilda’nın bir şeyi olmak üzerine. Bir şekilde onun hayatının bir parçası olmalıyım. Klasik özel eğitim metotlarında sıkça rastladığım ve aynı şekilde köpek eğitiminde de uygulanan sertlik ve uyaran, hatta baskı ve otorite gibi lanse edilen yaklaşımlar bana göre değil. Hiçbir zaman sevmedim ve onaylamadım. Başka bir yol gerek Nilda’nın bir şeyi olmam için.


Ben ne olabilirim? Öğretmen? Var. Doktor? Var. Abla, abi? Var. Öyle aranıp dururken bu meseleyi Nilda çözdü. Zaten doğal olarak gereken de buydu. Neyi olacağıma kendi karar vermeliydi. Bir gün otururken ve durup dururken Nilda bana “Patron” dedi. İşareti verdi. Artık maratona başlama vakti…


20 Ocak 2015 Salı

KHALEESİ

 Benzerine sık rastlayamayacağınız bir birliktelik Sema Hanım, Cem Bey, Okyanus ve Khaleesi’nin sahip olduğu. Onlarla tanışmış ve çalışıyor olmaktan çok mutluyum.


            Nereden başlayacağımı tam olarak ben de bilemiyorum. Tanışalı epey zaman oldu. İlk gün gözümün önüne geliyor ama. Harika iki ebeveyn, dünyalar güzeli bir kız ve neredeyse iki elim kadar hacme sahip, sevimlilik burnundan akan bir köpek. Eve katacağı değerler, çoğu zaman kitaplarda, yabancı kaynaklarda karşımıza çıkacak şekilde planlanmıştı. Hayretle karışık mutluluktu ilk hissettiğim.

            Küçük bir soru bombardımanı ile karşı karşıyaydım. Niyet müthişti belki ama uygulamada küçük çelişki ve hatalar vardı. Bende bunları paylaşmaya başladım. Genelde tercih ettiğim bir metottur bu. Hayal edilen şeye giden yolu anlatmak ve aslında azıcık daha erken tanışsaydık neler olabileceğinden bahsettim. Biraz garip hissetmiş olmalılar. Fakat tam bu sırada artık elimizdeki koşullara göre uyarlama başlayacaktı. İşimin en zor ve en bana has şekli…



            Küçücük bir kız, küçücük bir köpek, daha önce kedi bakmış bir adam ve köpekleri çok seven bir kadın. Hadi bu parçalardan bir resim yapalım. Önce ressam lazım. Sema hanım o kadar da yatkın ki fırça tutmaya. Teklifimi hemen kabul ediyor. Tabi ki destek lazım. Cem Bey’in tecrübeleri o kadar uygun ki. Çalışmaya nereden başlayacağımızı ve yaklaşık ne kadar süreceğinden bahsediyorum. Göz korkutucu…

            Bir çalışmaya başlamak aslında bir dönemi paylaşmak oluyor. Aile ve köpeğin tüm davranışları kendilerine özgü olduğundan eğiten ya da danışılan kişi hiçbir zaman bunu göz önünden ayırmamalıdır. En zoru da bunu aileye anlatabilmek. Standartlaştırılmış köpek eğitimi insanlarda o kadar iz bırakmış oluyor ki, aile çoğu zaman anlattıklarımı ütopik bulabiliyor. Neyse ki ne Cem Bey ne Sema Hanım bahsettiğim eğitimlere kendi kızlarında da yönelmemiş. Bugün hala söylerim, kendi çocuğum olduğunda Sema Hanım umarım yardım eder…


            Eğitim sırasında yaşadıklarımızın tamamını anlatmak pek mümkün değil. Bazıları bana bazıları onlara özel. Fakat aradan yaklaşık 7 ay geçtikten sonra Sema Hanım sanırım dünyada benim tarzımda eğitime yaklaşan herkesin duymak isteyeceği şeyi söylediğinde gerçekten müthiş huzurlu hissettim. “Serhan sen olmasaydın, biz böyle olmazdık, hatta Khaleesi burada olmazdı.”

Umarım herkes sizin gibi düşünebilir ve hayatlarına bir can almaktan kaçmaz. Sorunların hepsi çözülmek için var. Yeter ki niyetimiz olsun. Ve herkesin hissetmesini sağlamak için yıllardır uğraştığım farklı türden canlılarla yaşamanın insanlara kattığı kendine has duygular. Sema Hanım da, Cem Bey de, Okyanus da, Khaleesi de biliyor bu duyguyu. 



            Geçen günlerde dışarıda hep beraberiz. Hiç unutamayacağım bir fotoğrafımız var artık. Ben çok seviyorum bu fotoğrafı. Birkaç haftadır ailemiz, bir de ufak kedi kattı aralarına. Ne şahane bir aile. Eşimle birlikte görüşmekten hiç sıkılmadığımız, uzun zaman hayatı paylaşabileceğimiz, tanışıyor ve çalışıyor olmaktan onur duyduğum insanlar. İyi ki varsınız. Teşekkürler…

ve olması beklenen hedef... sanırım söze gerek bırakmıyorlar...




Özgün'ün Önyargı, Ayrımcılık Geçmişi ve Fikir Uçuşmaları

Arkadaşımın yazdığı, okuduğumda çok benzer duyguları hissettiğim ve çok beğendiği harika yazıyı sizlerle paylaşmak istedim...

Özgün'ün Önyargı, Ayrımcılık Geçmişi ve Fikir Uçuşmaları

Ben dört yanını ayrımcılığın sardığı toprakların belki de en izole yerinde, İzmir’de büyüdüm. Küçüklüğümde Rum evlerinin içinde vakit geçirdim, ilkokulda kilisede şarkı söylemeye gittim. Hıristiyan mezarlıklarına girdim. Ayinlerine katıldım. Çok olmasa da Ermeni, Rum kökenli insanlar tanıdım. Camiye gittim. Komşumuzun çocuğunun bayram namazında önde namaz kılan kasap Samet abinin ayaklarını gıdıklamasına kahkahalarla güldüm. Ramazan bayramında o Türk bu Kürt bu Ermeni demeden herkese şeker verdim ve tabi ki aldım. “Bayramdan bayrama” Müslüman farz/sünnetlerini yerine getiren ailemin de, benim de, aslına bakarsanız umurunda değildi yan komşumuzun pazar ayinine gitmesi. Umurunda değildi derken, saygılıydık yani, zaten pek de muhabbeti dönmezdi etnik kimliğin, dini kimliğin. Sonuçta o amcalar teyzelerle muhabbet edilirdi kahvaltılar edilirdi, gezmeye gidilirdi, hayat öyle geçerdi kısacası.

Sonra üniversiteye başladım. Okulun ilk haftası Alevi bir arkadaşımın bir konu hakkında tartışırken “yalnız ben aleviyim, bunu bilin de…” demesine bir anlam verememiştim o zaman. Yani ne olacaktı ki Aleviyse. Evet, ben neredeyse 20 yaşıma kadar ayrımcılık kelimesini ve ayrımcılığa maruz kalanları televizyonlardan izledim. Hatamı fark ettim sonra, o kadar kiliseye gittin, yanına oturduğun ablanın geçmişini sordun mu hiç, Buraya gelene kadar neler yaşamış? Aslında hatamıydı onu da bilmiyorum çünkü o yaşa kadar benim için epey olağandı farklı dini/etnik kimlikler (olması gerektiği gibi). O zamanlarda bu konulara merakımın başlamasıyla beraber üniversiteden mezun olana kadar belki diğer yerlere nazaran daha az gördüm, duydum rahatsız edici olayları. Derslerde filan öğrendim işte bir de oturdum okudum nasıl olunurmuş “diğerleri” gibi.

Bu ayrımcılık ve önyargı mevzusunu Ankara’ya geldiğimde araştırmak istedim. Çünkü bozkırda değil dini/etnik kimlik, daha pek çok mevzu yüzünden insanlar birbirlerine çok sert müdahale edip şiddet uyguluyorlardı. Artık çok daha göz önünde ve gerçekten rahatsızlık vericiydi bu durum benim için. Sonra lisansta Melek hocamın “bu ülkede ancak Müslüman-Türk-erkeksen ve zeka seviyen de normal düzeylerdeyse-ve hatta biraz altındaysa- ancak rahat yaşayabilirsin” dediğini hatırladım. Ee, evet, öyleydi de. Peki diğerleri, yani azınlıklar, çoğunluk hakkında ne düşünüyordu? Kolları sıvayıp araştırmaya giriştim. Baya bi şeyler de okudum çalışmayı hazırlarken. Sonuçta gördüm ki azınlıklar da çoğunluğa karşı gayet önyargılıydı. Daha doğrusu dini/etnik kimliğe bağlılık ne kadar fazlaysa önyargı ve algılanan ayrımcılık o kadar artıyordu. Bu noktada şunu da belirtmek isterim, çok fazla kapı suratıma kapandı tahmin etmişsinizdir ki. İnsanlar korktular. “bizi fişlerler, bak kilisemizin önüne her pazar bazı gruplar geliyor bizi rahatsız ediyor, ölüm tehditleri alıyoruz” dediler. Kaçtılar. Ama araştırmadan bahsedene kadar hepsiyle gayet iyi anlaşmıştım. Yine de, “yardım edemedik sana belki ama ne olursan ol yine gel” dediler. Endişelerinde haklılar mıydı? Ülkenin geçmişini ve bugününü şöyle bir düşününce evet, sonuna kadar… Burada da Hrant Dink’in dediğini hatırlatmak isterim:

“Hasta iki toplumuz biz, Türkler ve Ermeniler… Ermeniler büyük bir travma yaşıyor, Türklere yönelik. Türkler ise Ermenilere yönelik büyük bir paranoya yaşıyor. İkimiz de klinik vakalarız. Tam klinik vakalarız. Kim, tedavi edecek bizi? Fransız senatosunun kararı mı? Amerikan Senatosu’nun kararı mı? Kim reçeteyi verecek? Kim bizim doktorumuz? Ermeniler Türklerin doktoru, Türkler de Ermenilerin doktoru. Bunun dışında doktor, ilaç, hekim, mekim yok! Diyalog tek reçete, doktor da birbirlerinin doktorudurlar. Bunun dışında bir çözüm yok…”

Yine de evet, Almanya'da Türkçe konuştuğum için önüme tüküren Neonaziyi, başörtüsü takmadığım için devlet kurumlarında uğradığım gizli ayrımcılığı, yabancı arkadaşlarımın "siz Türkler.."le başlayan önyargı cümlelerini falan saymazsak birebir karşılaşmış değilim pek önyargı ve ayrımcılıkla. Ermeniler gibi, gayrimüslimler gibi ne bileyim Aleviler, Süryaniler gibi değişik konular yüzünden uzun zamandır ayrımcılığa ve önyargıya maruz kalan bir ailenin içinden de gelmiyorum. Bu hikayelerle büyütülmedim. Benim hikayelerimde etnik/dini kimliği ne olursa olsun herkes sıradan insandı. Sadece insan. Olması gerektiği gibi. Bir gün gerçekleşmesini umduğumuz ütopyamız gibi. Diyeceğim o ki, şunu kabul edelim, hiçbir grubun diğer gruba olan önyargısı ve gösterdiği ayrımcılık bitmeyecek ancak, sizin anlattıklarınızla, diyalogla şekillenecek gelecek. Anlatın çocuklarınıza barışı, bırakın kininizi öfkenizi kenara. Bırakın ki bizden sonrakiler için en azından daha huzurlu bir dünya yaratabilelim. Kullandığınız zamirleri şekillendirin, “biz ve onlar”ı mümkün olduğunca az kullanın. Zaten doğar doğmaz gerek fizyolojik gerek coğrafi, kendi seçimimizmiş gibi etiketleniveriyoruz kadın, erkek, Kürt, Türk, Ermeni, Alevi, Alman, Amerikalı beyaz siyah diye, grubumuzu, aidiyetliğimizi belirleyip set çekiveriyoruz “biz ve onlar” arasına. Anlatın barışı, içselleştirin huzuru ki duvarlarımız bu kadar sert, kalın ve yüksek olmasın. Yapabiliriz, yani… Bence “biz” “onlarla” gayet güzel anlaşabiliriz, güzel diyaloglar kuruldukça...

Sürç-i lisan ettiysek affola. Sevgiler...
Özgün Özkan - Psikolog

ozgunozkan@gmail.com

7 Ocak 2015 Çarşamba

BEN KÖPEK EĞİTMENİ DEĞİLİM !

Ben köpek eğitmeni değilim. Kendi köpeklerimi eğitenim. Aynı babamın, annemin, eşimin, arkadaşlarımın, öğretmenlerimin, çevrenin, doğanın, köpeklerimin beni eğittiği gibi bildiklerimi, tecrübelerimi, düşüncelerimi, duygularımı köpek sahipleriyle paylaşanım. Her ailenin, her evin kendi doğrularını dinleyenim. Ben ailelerin köpekleriyle nasıl iletişim kurabileceklerini kendileriyle ve köpekleriyle tartışanım.

Ben köpek eğitmeni değilim. Ailelerin, evlerin köpeğe, köpeklerin ailelere, evlere sahip olmasını isteyenim. İnsanlarda olduğu gibi köleliğe, ırkçılığa, düşmanlığa, kavgalara köpeklerde de karşı duranım. Önyargılı konuşmak yerine, köpeklerden önyargısızlığı öğrenen, bunu herkese anlatmaya çalışanım.

Ben köpek eğitmeni değilim. Sopaya, silaha, sosise, bağırmaya, çekmeye layık değilim. Köpekler gibi… Anlamaya, anlaşılmaya, paylaşmaya, huzura ihtiyacım var benim. Eğer sorunlarımız varsa köpeğimle, yardıma ihtiyacımız var bizim. Utanılacak, korkacak, ego yapacak değilim. Sadece yardım edenim.

Ben köpek eğitmeni değilim. Sahipsiz, kimsesiz olmanın gözbebeklerinde oluşturduğu ifadenin altında ezilenim. Ne insanlar ne köpekler için buna katlanamayanlardanım. Yalnızlığı paylaşarak aşabileceğine, hangi tür, hangi ırk, hangi durum olursa olsun paylaşabilecek mutluluklara inananlardanım.


Neden bir araya gelemiyoruz? Neden satıyoruz o veya bu şekilde birbirimizi? Neden yalnız olmak zorundayız? Neden paylaşamıyoruz? Hangi din, hangi mezhep, hangi inanç, hangi anlayış tüm canlıların canlı olduğunu unutturabilir? Ne kadar kandırırsak kandıralım kendimizi, önce kendimize yalan söylüyoruz…


Ben köpek eğitmeni değilim. Ben kendime dürüstüm. Mesleğimle gurur duyuyorum. Ben insanları köpeklerle, köpekleri insanlarla anlaşmaya teşvik edenim. Ve biliyorum yalnız değilim. Henüz tanışmadık…